YETVART DANZİKYAN - Radikal

Kimse "Savaş istiyoruz" demez zaten

••••••

"Yok canım, ne savaşı? Kimse göze alamaz." Bu soruyu soruyorsanız, savaşın kıyısına iyice gelmişsinizdir. "Savaşmak istemiyoruz, ama.." derler.

“Suriye ile savaşacak mıyız?” Herkesin aklındaki birinci soru bu, bugünlerde. Gazetecilikle alakalı olduğumuzu bilen yakınlarımız, tanıdıklarımız bizi her gördüklerinde bunu soruyor
. Cevap veremiyoruz tabii ki, nasıl verelim? Pek pek, “Türkiye de Suriye de savaşı göze alamaz” diyorum, kendi adıma. “Her iki ülke de savaşa girdiğinde çok şey kaybedeceğini biliyor olmalı” diyorum. Sonra kendimi yokluyorum. Daha doğrusu kendime gülüyorum.
Bu işler benim, benim gibilerin mantığıyla olmuyor. Asıl bildiğim bu. Peşine de bunları söylüyorum zaten. Evet bu işler benim, bizim gibilerin mantığıyla olmaz. Ve tarihe şöyle bir dönüp baktığımızda muhtemelen her savaş öncesinde gazeteciler, akademisyenler, şunlar bunlar böyle diyordu. “Yok canım, ne savaşı? Kimse göze alamaz.” Mesele şu ki, bu soruyu soruyorsanız, yani “Ne savaşı?” diyorsanız, savaşın kıyısına iyice gelmişsinizdir. Bu aşamaya bir de şu eşlik eder: İktidardakiler de güya savaş istemezler. “Savaşmak istemiyoruz, ama..”

Bu “ama” kritiktir. İktidarın, savaşı göze alan iktidarın amentüsüdür. Her şey o ama’dan sonra gelir. Kimse çıkıp “Evet, iktidarımızın bazı hesapları var, o yüzden savaşa girmek zorundayız. Bazılarınız ölecek. O yüzden bu savaşa bir meşruiyet kazandırmamız gerekiyor. Bu çerçevede size bazı açıklamalar yapacağız. Kürsülerde bağıracağız, çağıracağız. Toplumu savaşa hazırlayacağız..” demez. Başka şeyler söylerler. Savaşın yeri geldiğinde kaçınılmaz olduğuna inandırmak için bazı gerekçeler bulurlar. Kimi zaman geçmişten kalan bazı hesapların –kolaylıkla- görüleceğini söylerler. Kimi zaman olup bitenlerin kabul edilemeyeceğini, milletin gururunun bu olup bitenleri kaldıramayacağını söylerler. Kimi zaman o savaş vesilesiyle başka sorunların da bir çırpıda çözüleceğini söylerler. (2003’teki tezkere döneminde asıl argüman “Böylece PKK’yı da bitereceğiz” değil miydi? 1. Dünya Savaşı’na, savaş sonrası kurulacak yeni dengelerin içinde yer alma umuduyla girmemiş miydik?) Kimi zaman siyasi gerekçelere de gerek duyulmaz. “İsmet İnönü 2. Dünya Savaşı’na girmeyerek bu milletin erkekliğini öldürdü” diyenler çıkmamış mıydı zamanında? Bu bir sonraki savaş için de bir hazırlıktır aslında. “Bir dahakini kaçırmayalım” der birileri.

Geriye doğru dönüp baktığımızda bağımsızlık savaşlarını bir yana bırakacak olursak tüm savaşlarda iktidarların, o dönem topluma egemen olan zihniyetin, savaştan bir hesabı olduğunu görürüz. Ve bunlar çoğunlukla içerideki sıkışmışlığı aşmak için verilen kararlardır. Siyasi, bilhassa da iktisadi sıkışmışlıklar çoğu zaman egemenler blokunun savaş kararı almasında etkili olur. Bu şu manaya gelmesin: efendim savaş sayesinde bir yerleri işgal edecekler, orayı sömürecekler. Hayır, iktisadi sıkışmışlıktan kasıt, savaşla birlikte geçilecek yeni üretim düzeniyle ülkede yeni bir “artı değer” yaratılmasıdır, egemen sınıfın egemenliğini perçinlemesidir. O blokun sanayicileri de perde gerisinde böyle bir düzen talep ederler zaman zaman. (Biz de bu yüzden savaşa giriyoruz demiyorum, ama Türkiye’nin Suriye’ye karşılık verdiği gecenin ertesi günü askeri araç gereç üreten ASELSAN’ın borsada işlem gören hisselerinin fırlaması, ilginçtir. Birileri savaşın ne manaya geldiğini iyi biliyor bu ülkede, orası kesin)

Kimi zaman da siyasi sıkışmışlık yüzünden savaşa girilir. İktidarlar, bilhassa da güçlü iktidarlar kendi güçlerinin büyüsüne öylesine kapılırlar ki, yeni bir savaşla iktidarlarını ilelebet perçinleyeceklerine inanırlar. Burada “peki sıkışmışlık nerede?” denebilir. Vardır aslında, çünkü o güçlü iktidarlar kendilerine o gücü sağlayan koşullar tükendiğinde, güçlerini sürdürebilmek için yeni koşullar ararlar. Muhalefet tamamıyla mağlup olmuş, ülkede kendi iktidarlarını tehdit edecek hiçbir dinamik kalmamıştır mesela. Tam da böyle zamanlarda savaşa girilir. Dururlarsa düşerler çünkü. Daha doğrusu buna kendilerini inandırırlar. Toplumun önüne yeni bir hedef, yeni düşmanlar koymak gerekir. Bir lider, güçlü bir lider, birilerini hedef göstermeden bağıramaz çünkü, durduk yere kime bağıracak? Zayıf muhalefete mi? Üç beş aydına mı? Ülke içindeki etnik/mezhepsel azınlıkların, muhalif dinamiklerin siyasi temsilcilerine mi? Bağırdın diyelim. Nereye kadar? Bir süre sonra dünyanın “otoriter” dediği bir lider olur çıkarsın. Halbuki dünyanın da ses çıkarmayacağı küçük çaplı bir savaş, içeride siyasi olarak yeni bir alan açar iktidara. Fakat mesele şudur ki o küçük çaplı savaşlar birdenbire büyür, öngörülemez biçimde. Bir bakarsanız ki baştaki hesapların çok ötesine geçilmiş. O yüzden geçmişte bu tür deneyimleri iyi bilen diğer aktörler gayet temkinli yaklaşırlar bu tür girişimlere. Bazen de lider, savaşa girmese de ülkeyi savaş atmosferinde tutmayı gerekli görür. Yeni bir otorite ihdas edecektir çünkü oradan, ülkeyi tek bir hizaya getirmeyi amaçlar, az önce bahsettiğim yeni iktidar argümanlarını savaşa girmeden elde etmeyi amaçlar. Ama o atmosfer, tek bir kıvılcıma bakar, uçurum kenarında yürümek, tek bir tökezlemeye bakar. Ve ne tesadüftür bu savaşın arefesine güçlü bir milliyetçi atmosfer eşlik eder, iktidar eliyle milliyetçiliğin derece derece artırıldığına, topluma zerkedildiğine tanık olunur.

Neyse, ne diyorduk. İktidarlar böyledir. Her zaman bir gerekçe bulurlar. Ve her şey o “ama”dan sonra söylenir. Başbakan Erdoğan’ın geçtiğimiz Cuma günü, tezkere çıktıktan sonra yaptığı konuşma mesela. Birkaç pasaj hatırlamakta fayda var.

-“Artık burası notayla falan geçiştirilecek bir şey değildi. Öncekilerde de misliyle cevap vermiştik, bu defa onların da canlarını yakacak şekilde misliyle cevabını verdik.”

-“Ülkemizin saygınlığına halel getirecek hiçbir girişimi karşılıksız bırakmayacağız. Şunu bir kez daha ifade etmek istiyorum; biz asla savaş meraklısı değiliz. Ancak savaştan da uzak değiliz. Bu millet, yeri gelmiş kıtalararası savaşları görerek, savaşarak bugünlere gelmiştir.”

-“Birileri bize ‘Yurtta sulh cihanda sulh’ diyor. O, sulhun egemen olduğu yerde olur. Bizim can damarımıza bastıkları zaman orada biz de sulhu konuşamayız. Gayet güzel bir ifadeyle ‘Hazır ol cenge, eğer sulh-u salah istiyorsan’ denirken, yeri gelir cenk, sulhun anahtarı olur.”

-“Dün getirdiğimiz tezkereye karşı olan zihniyet, tarihe bunun hesabını veremeyecektir. Benim vatandaşım şehit edilecek biz hâlâ barış diyeceğiz. Ne barışı?”

-“Utanmadan, sıkılmadan ‘Bakanların hangisinin çocuğu oraya gidiyor?'’diyor. Biz şu anda arazideyiz, nereye gitmemiz gerekiyorsa başta şahsım olmak üzere oraya gideriz. Böyle basit ifadelerle AKP iktidarını test etmeye ana muhalefetin gücü yetmez.”

Bunları söyledi Erdoğan. “Ne barışı?” dedi. “Gerekirse ben giderim” dedi. Baktığımızda, nedir, Suriye’nin attığı top mermisiyle beş kişi ölmüştü, sınır kasabasında. Evet baktığımız zaman Türkiye bir cevap vermeliydi ama şu var: Bir çemberi yeterince küçük parçalara ayırırsanız birçok doğru elde edebilirsiniz. Dolayısıyla çembere bakalım. Geriye dönüp baktığımızda, bilhassa da Erdoğan’ın son bir yıldaki Esad’a yönelik beyanlarıyla beraber değerlendirirsek, karşımıza savaş çıkması için özel bir çaba gösteren bir Hükümet çıkıyor neredeyse. Muhalif silahlı güçleri, sınıra yerleştirip neredeyse fiilen savaşın içine girmiş durumdayız zaten. Lojistik imkanlar vermenin yanısıra silah yardımı yapıldığını neredeyse bütün dünya biliyor. Kamplarda olup bitenlerin ayyuka çıkması üzerine daha yeni yeni önlem alınıyor. Akçakale’ye yaklaşık iki haftadır top mermileri düşmesine rağmen, yerel ve merkezi otorite, neredeyse hiçbir önlem almadı. Türkiye’nin sadece Suriye’de değil, tüm Ortadoğu’da Sünni yanlısı bir politika izlediği sadece burada değil, tüm dünyada ciddi analizlere konu ediliyor. Türkiye’nin Suriye’deki aşırı hevesli tavrı tüm dünyada dikkat çekiyor, ABD’nin bir parça perde gerisine çekilmesi Erdoğan tarafından “herhalde seçim var o yüzden” sözleriyle karşılık buluyor, özetle AKP de ABD’nin perde gerisine çekildiğini kabul ediyor. Geçtiğimiz aylarda bunlar oldu. Şimdi bütün bunlar olmuşken “Hayır efendim biz uslu uslu oturuyorduk, bizi savaşın içine çekmek istiyorlar” diyebilir miyiz?

Yeri gelmişken iki cümle ile de şu “ABD’nin taşeronluğu” meselesine değinmekte fayda var. Türkiye’de olup biten her şeyi böyle açıklamaya pek meraklıyızdır, çok da zevklidir. Ancak bazen bu tür kararların alınmasında ülke içindeki dinamikler daha etkili olur. Evet bu karardan belki ABD ya da başka bazı güçler memnun olurlar ama her şeyi, bilhasa da bu tip kararları “ABD istedi, yaptılar” gibi tek bir şema ile açıklamak ülke içindeki –ne bileyim, mesela hegemonyacı- eğilimleri gözden kaçırmayı da getirebilir. Akılda tutmakta fayda var.

Yorumlar

Bu blogdaki popüler yayınlar

Kamil Tekin Sürek - Evrensel

AHMET KAHRAMAN - YENİ ÖZGÜR POLİTİKA

AHMET ALTAN - Taraf