HAKAN AKSAY - T24

Siz ne ara kaybettiniz onurunuzu?

* * *

Ne zamandır haber bültenlerinde ülkede kanın gövdeyi götürdüğünü görünce, her şeyi şıp diye anlayan insanların bilgiç ve bıkkın ifadesiyle kanal değiştiriyorsunuz?

Ne zamandır savaşlar, fikir suçları, işkenceler, direnişler sizin yarı açık ve kaygısız gözlerinizden beyninize ve kalbinize bir türlü ulaşamayan “sıkıcı havadisler” oldu?

Ne zamandır Kürt gerillaların “ölü ele geçirilmesini”, Türk askerlerinin “şehit olmasını” ve Suriye’deki savaştan dört bir yana sıçrayan kanı hiç mi hiç tınmadan, şaşılacak kadar tutarlı bir sığlıkta “elektrik alma muhabbetlerini” tekrarlayan evlilik, kimin kimle fingirdediğini fısıldayan dedikodu ve anında coşturup göbek attıran eğlence programlarına tapıyorsunuz?

Ne zamandır sizin ilginizi çeken yegâne haber türü, duyduğunuzda hep aynı teatral tepkiyi verip kızıyor gibi yaptığınız “ekmeğe, elektriğe ve saireye zamlar” veya daha ilk kelimelerinden tahrik olarak koltuğunuzda doğrulduğunuz “karısını-kızını bol bıçak darbesiyle kesenlerin” ya da “öğrencisine tecavüz edip bir de cep telefonuna kaydedenlerin” gizemli vahşeti?

Ne zamandır ülke yöneticilerinin siz de dâhil herkesi aşağılayan sözlerini, tribünlerden tükürükler saçarak bağır çağır konuşmalarını, bir mizah filmi veya meddah gösterisi gibi kalçanızı divana iyice yayarak ve keyifle sırıtarak izliyorsunuz? Ve bunu yaparken aslında çoktan eski bir paspasa dönen ama sizin dokunulmaz sanıp pek bir kıymet bahşettiğiniz o “seçkin” şahsiyetinizi sanki bulutların üzerine yerleştirmişsiniz gibi, suratınıza pişkinlik maskesi takıyorsunuz?

* * *

Ne vakitten beri güce tapar oldunuz siz?

Kaç sezondur sadece galip gelen takımların yanındasınız?

Hangi olaylardan sonra haklı ve mazlum olanın yanından sessizce sıvışıp uzaklaştınız ve iktidarı, parası olana dayadınız o duyarsız sırtınızı?

Çok mu bıktınız, çok mu depresyon geçirdiniz, çok mu darbe aldınız, çok mu burnunuz sürtüldü, çok mu içiniz kan ağladı yenilen ve zayıf tarafın yanında veya içinde olmaktan?



Çok mu canınıza yetti bu eziklik duygusu ki, sonunda vicdana ve ahlaka aldırış etmeden sadece kim daha güçlü diyerek yerinizi belirler oldunuz?

Yeri geldiğinde sessiz kalmayı, yeri geldiğinde güçlü korosunda homurdanmayı, birilerinin işaretiyle bağırmayı, çoğunluğun notasıyla gülmeyi, yeri geldiğinde düşenin yanından kaygısız bir hızla geçmeyi, hatta geçerken bir de kafasına vurmayı ne arada öğrendiniz?

* * *

Çocukluğunuzda böyle değildiniz siz!

Annenizin babanızın bir tanecik oğluydunuz. Okulun bahçesinde arkadaşlarınızla birlikte kurduğunuz hayallerle büyürdünüz. Cesaretin ve mertliğin timsaliydiniz.



Oyunlarınızda Malkoçoğlu, Karaoğlan, Tarkan, Tommiks, Teksas, Zagor ve öteki kahramanları canlandırırken adalet için, zalime karşı nice zaferler kazanırdınız.

Neler yaşadınız ki adalet yerine adaletsizliği, iyilik yerine zulmü duraksamadan seçer oldunuz?

Şakağınıza silah mı dayadılar sizin, böyle olmanız için? Yoksa çoluk çocuğunuzu kurtarmak için mi ahlaksız olmanız mecburiyeti doğdu?

Geçinmek için mi yaptınız bütün bunları? Kaç paralık geçiminiz oldu peki? Kaç kuruşa sattınız hayallerinizi? Vicdanınızı kaç paraya değiştiniz?

Annenizin babanızın bir tanecik kızıydınız. Okulun bahçesinde arkadaşlarınızla birlikte kurduğunuz hayallerle büyürdünüz. İyiliğin ve şefkatin timsaliydiniz.

Aşka, sevgiye, fedakârlığa olan inancınızı ne zaman kaybettiniz? Karşınızdaki eş adayını fettan bir cilveyle süzüp önce kazançlı bir iş, saygın bir mevki ve yükselme imkânını saptadıktan sonra mı zahmet edip sandığınızdan çıkarıyorsunuz bu derin duyguları?



Konforlu bir hayat şansı yok ise içten duygulara da vize yok mu bu durumda? Samimiyetinizi de mi parayla satıyorsunuz? Aşkınızın, hayallerinizin bedeli ne acaba?

Ne vakitten beri “kutsal analık görevi” sizin için sadece çocuklarınızı doyurup giydirmekten ibaret kaldı ve onların kendileriyle birlikte büyüyen kötü huylarına “çocuk işte!” diye riyakâr bir hoşgörüyle gözlerinizi kapayarak lapacılığa alıştınız?

Ne zamandır “evinizin temel direği” saydığınız kocanızın dürüstlükten uzaklaşmasına kolayca göz yumar, ailenin gelir ve refah düzeyinin yükselmesi karşılığı duyarlı kadın yüreğinizi adım adım nasırlaştırır oldunuz?

Ne arada kaybettiniz içinizdeki insani titreşimleri? Kaç zamandır her şeye boş vermeyi, sürünün içindeki koyun gibi hedefsiz ve sessizce çoğunluğun peşinden gitmeyi, bazen de kendi bacağınızdan asılmaya çalışmayı doğal görmeye başladınız?

* * *

Siz ne zaman kendi sesinize tapar oldunuz? İçi boş laflarınızı tarihî birer konuşma gibi her önünüze gelene “satmaya” hakkınız olduğuna ne zaman karar verdiniz?

Bir şeyler bilmek için okumanın hiç de öyle şart olmadığını ilk olarak hangi gün keşfettiniz? Kitapların sıkıcı ve fuzuli bir yükten başka bir şey sayılmayacağını kaç mevsim önce fark ettiniz? Ve eğitimin lüzumsuz olduğunu, “sokak üniversitesi mezunu” olmakla de pekâlâ övünülebileceğini hayatınızın nasıl bir anında “özümseyiverdiniz”?

Hiç araştırıp öğrenmediğiniz konularda yüksek sesle ve sarsılmaz bir özgüvenle yorumlar yaparak sizden farklı düşünenlerin sözünü küstahça kesmeye ne arada başladınız?

Bütün dünyayı bir yana, kendi egonuzu öte yana yerleştirmeye ne zaman alıştınız? Hangi yıl, hangi ay, hangi gün âşık oldunuz aynadaki görüntünüze?

Ne arada böylesine bencilleştiniz siz? Ne zaman kendi menfaatiniz için başka insanların hakkının çiğnenmesini, sömürülmesini, aptal yerine konmasını doğal görür oldunuz?

Ne ara kaybettiniz siz onurunuzu?

Yorumlar

Bu blogdaki popüler yayınlar

Kamil Tekin Sürek - Evrensel

AHMET KAHRAMAN - YENİ ÖZGÜR POLİTİKA

AHMET ALTAN - Taraf