28 Şubat'ı yeniden okumak(1): Unutulmaması gerekenler* * *

TBMM Darbeleri Araştırma Komisyonu'nun gazetecileri, gazete patronlarını, askerleri davetiyle geçen hafta yeniden başlayan 28 Şubat tartışmaları, yeni davetlerle bu haftaya yayılacak.

Komisyonun çalışmalarını önemsemek gerek.

Meclis'in halk adına oluşturduğu komisyonlarda soruların sorulduğu, tanıklıkların dinlendiği ve bunların basın üzerinden kamuoyuna aktarıldığı, tartışma ve arınmayı teşvik eden bu tür girişimler, şüphe yok ki, yüzleşme hamleleridir.

Yüzleşme, bir yönüyle hatırlama ve hatırlatmadır.

Ne var ki, 28 Şubat bugün açılan tartışmada bir kaç konuya ve sorumluluğa indirgeniyor.

Oysa 28 Şubat'ın iç içe ama farklı birden çok öyküsü vardır.

Şüphe yok, 'siyasi ve askeri öyküler' en bilinenleri en önemlileridir.

Ancak başlangıç öyküsü 'sosyolojik'tir.

1980'li yıllarda başlayan bu sosyolojik öykü, çeşitli girdilerle ekonomik yapıdan toplumsal yapıya, siyasi ittifaklardan kültürel aidiyetlerin önem kazanmasına uzanan bir 'değişim süreci'ni kuşatır. Bu sürecin en önemli ve en doğal sonucu toplumun merkeziyle çevresi arasındaki mesafelerin azalması, bu azalışın görünür ve aktif hale gelmesi olmuştur.

Toplumsal hayatın kimi doğal kuralları vardır. Mesafe azalması, bu azalıştan kaynaklanan kimi yer değiştirmeler, örneğin kaynak çeşitlenmesi ve transferleri, sınıfsal yeni yapılanmalar, kültürel talepler, yaşam biçimi mücadeleleri olarak toplumsal ve siyasal gerginlikleri kaçınılmaz hale getirir.

Türkiye'de de öyle olmuş, 90'lı yıllar, modernliğin kaçınılmaz aşamalarından birisini oluşturan merkezle çevre arasındaki mesafenin azalmasından kaynaklanan kriz dönemine tanıklık yapmıştı.

Ancak bu mesafe azalışının sadece ekonomik aktörlerle ilişkili olmaması, kültürel unsurların belirleyici bir rol oynaması, hatta ekonomik olanı yönlendirici etkide bulunması, Erbakan'ın RP'sinin seçimlerde birinci parti, daha sonra iktidar partisi haline gelmesi, merkez-çevre karşılaşmasının şiddetini arttırmış, hatta niteliğini etkilemişti...

İlk sonuç, toplumun merkezinden çevresine yönelik korkular, güvensizlikler, ithamlar, dışlama çabası olmuştu.

Bunlar bize gösterir ki, 28 Şubat aslında askeri bir müdahale olmadan önce hemen herkesi içine alan, mahalledeki dindar bakkalı boykot etmeye kadar varan, İslamofobik yönler içeren toplumsal bir endişe ve kutuplaşma dönemidir.

İslami kesimin görünür olmasından, kamu alanında kendisini ifadeye, pazarda ve ekonomik düzende payını talep etmeye, hakkını arayıp kullanmaya değin uzanan bir 'eşitlenme' sürecine toplumun merkezinin verdiği korku ve güvensizlik, tahkir ve küçümseme merkezli sınıfsal bir tepkidir.

Bu yön ihmal edilerek, 28 Şubat sadece (ölümcül sonuçlar verecek olmasına rağmen) bir askeri müdahaleye indirgenerek anlaşılamaz...

Bu tartışmada bu boyutu gözardı edersek, 28 Şubat'ın diğer askeri darbelerden farkını göremeyiz.

28 Şubat'ta basının rolünü 'bir darbe sonrası tutum' alışla değil, 'darbe hazırlayan aktör' oluşla neden oynadığını anlayamayız.

Belki de en önemlisi bugünün önemini ve değerini, son 10 yılda gelinen noktayı kavrayamayız...

Şöyle söyleyelim: Toplumsal bu tür tepkilerin hesabını sadece tarih ve ahlak sorabilir.

Nitekim soruşmuştur, sormaktadır...

Bu tepkinin basından iş dünyasına, üniversite seçkininden askeri ve sivil bürokratik seçkinine değin öndeki taşıyıcıları her anlamda öncelikle toplum ve piyasa tarafından tasfiye edilmişlerdir.

Bunu talep eden toplumdur.

Bunu sağlayan ve mümkün kılan toplumsal meşruiyettir.

Korku ve güvensizlik basını üzerinden atan, eşitliği adım adım sindiren başta toplumsal merkez olmak üzere, farklı toplumsal kesimler, kutuplaşma ve kriz ruh halinden önemli ölçüde arınmıştır. Toplumsal gruplar demokrasiye, özgürlüğe, haklara bakış açısından birbirine yaklaşmıştır.

Bunu çeşitli toplumsal, kültürel ve siyasi etkileşimler ile son 10 yılın reformcu politikaları sağlamıştır.

Sonuç önemlidir:

28 Şubat sonrası değişim, farklı kesimler bir siyasi bir uzlaşma değildir. Toplumsal bir iç içe geçiş ve buradan kaynaklanan uzlaşmadır.

Toplum hükmünü vermiş ve yol almaktadır.

Bu öykü hiç unutulmamalıdır.

__________________________
__________________________

Yaşayan boyutlarıyla 28 Şubat (2)

* * *

28 Şubat'ın en çok iz bırakan yönü şüphe yok ki, siyasi ve askerî boyutlarıdır. İslami kesimin görünürlülüğüne, eşitlenme talebine, tarihi demokratikleşme sürecine değişim sürecine karşı devletin ya da askerî otoritenin otoriter refleksi ve müdahale hamlesi, 28 Şubat'ın siyasi boyutunun tam tanımıdır.

Bu müdahale öyle derin ve tahrip edici olmuştur ki, bugün yaşanan onca değişime rağmen kimi tortuları varlığını sürdürmektedir.

Önce hatırlamakta yarar var.

Siyasi iklim askerî otoritenin 1994 sonu itibariyle ortaya çıkan, 1995 genel seçimlerinde iyice pekişen yeni seçmen ittifaklarına ve seçmen iradesine laik kamuoyunun, ama özellikle askerin duyduğu tepki siyasi iklimi ısıtmıştı.

Kısa süre içinde bu tepki, bir müdahale arayışına dönmüş ve 28 Şubat süreci fiilen başlamıştı.

Bu müdahale uzun süreli, kalıcı ve dört kademeli olmuştur.

İlk kademe askerî otoriteden gelen baskı ve çıkışlarla RP'nin iktidara gelmesinin engellenmeye çalışılması, RP'li hükümet kurulduktan sonra ise İslâmî kesimin tahkir edilmesi, kamuoyunda tehdit ve tehlike fikrinin derinleştirilmesi üzerinden bu hükümeti devirmeye yönelik çabalar evresiydi.

İkinci kademede, asker, toplumun bizzat kendisini ya da İslami bagajı olan bir iktidarı üreten toplumsal dinamikleri açık ve yeni tehlike olarak tanımlanmış, buradan hareketle demokrasiyi militanlaştırma ve askerileştirme yoluna gitmiştir. Bu çerçevede, hükümeti devirmeye yönelik çabalar devam ederken hükümet farklı yoldan kuşatılmış, Milli Güvenlik Kurulu devreye sokulmuş, bu kurulda alınan kararlarla siyasi iktidar tehlike ilan edilmiş, devlet içi temizlik ve toplumun yeniden dizaynı fermanı verilmiştir.

Üçüncü ayak hükümetin MGK kararlarını uygulamaktan kaçınması, tasfiye ve temizlik girişimlerine direnmesi üzerine asker tarafından açılan açık cebir dönemidir. Başka bir ifadeyle darbe kokan asker açıklamaları, pskikolojk harekatlar, Genelkurmay birifingleri ve silah kullanma tehdidi safhasıdır.

Şubat ayı başında Sincan'da tankların şehir içinde boy göstermesiyle başlayan, Şubat sonundaki muhtırayla devam eden gelişmeler, Haziran ayında Refah-Yol hükümetinin düşmesiyle sonuçlanacaktır.

Ancak müdahele süreci bitmeyecektir.

Nitekim dördüncü kademe bu esnada başlar.

İslami görünürlülüğün artmasına tedbir olarak ve bu görünürlülük bahane kılınarak Türkiye'nin askerîleşme öyküsünde yeni bir sayfa açılmıştı. Bu sayfa, devlet işleyişinin ve kamu alanının topyekün askerîleştirilmesinden, Türkiye'ye egemen olan milli güvenlik rejiminin bu çerçevede derinleştirilmesinden oluşmuştur.

Değil mi ki, 28 Şubat'ın devlet içi yapılanma, askerileşme açısından tam tarifini yapan EMASYA protokolü, Refah-Yol hükümeti yıkıldıktan sonra imzalanacaktır.

Asker, 2002'ye, hatta çok daha sonrasına uzanan bu dönemde, toplumun kimi kesimlerini tehlike olarak tanımlayan bir iç güvenlik doktrini üretmiş, yapılanmasını buna göre elden geçirmiş, siyasetçiye, devletin sivil unsurlarına yönelik güvensizlik üzerine yeni ve kalıcı bir doku üretmeye soyunmuştu.

EMASYA bu çerçevede üç 'şey' ifade etmiştir:

(1) Asayiş alanının askerileştirilmesi ve bu çerçevede tüm illerde ön tedbir adı altında toplumun tasnif edilmesi ve fişlemeler yapılması,

(2) Gerektiğinde siyasete ve kamusal alana tümüyle koyacak darbe planlarının EMASYA planlarına enjekte edilmesi,

(3) Askere toplumsal olaylara doğrudan el koyma, kendi başına hareket etme imkanının verilmesi...

Askeri yapının iç güvenlik alanına sürekli ve denetleyici bir biçimde yerleşmesi olarak tek cümleyle tanımlanabilecek 'EMASYA düzeni' faaliyetlerini bundan iki yıl öncesine, 2010 yılına kadar, protokol ilga edilene kadar sürdürmüştü.

Sorular şudur: Bu 10 yılın bilançosu nedir ve topluma dair fişler nerededir?

İşte 28 Şubat'ın tortuları...

Hâlâ canlı olabilirler mi?

11.10.2012

Yorumlar

Bu blogdaki popüler yayınlar

Kamil Tekin Sürek - Evrensel

AHMET KAHRAMAN - YENİ ÖZGÜR POLİTİKA

AHMET ALTAN - Taraf